Doku ve Organ Naklinde Geçmişten Günümüze Gelişmeler

Doku ve Organ Naklinde Geçmişten Günümüze Gelişmeler
Doku ve Organ Naklinde Geçmişten Günümüze Gelişmeler

Doku ve organ nakli, tıp dünyasında son yıllarda önemli ilerlemeler kaydetse de hala tam anlamıyla istenilen başarıya ulaşılamamıştır. Bunun en temel nedeni, kişiden kişiye değişen doku yapıları ve nakledilen dokunun alıcının bağışıklık sistemi tarafından yabancı olarak algılanıp reddedilmesidir. Bu reddi önlemek için, vericiler genellikle en yakın akrabalardan seçilir ve doku uyumluluğu sağlanmaya çalışılır. Ayrıca, bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçlar kullanılarak bu reaksiyonun önüne geçilmeye çalışılır. Ancak bu süreç oldukça karmaşıktır ve her zaman başarılı olmayabilir. Doku ve Organ Naklinde Geçmişten Günümüze Gelişmeler

İlginç bir şekilde, gebelik de bir tür doku nakli olarak düşünülebilir. Çünkü gebelik sürecinde oluşan zigotun 46 kromozomundan 23’ü babadan gelen sperm hücresine aittir. Bu durum, annenin vücudu için yarı yabancı bir dokunun oluşması anlamına gelir. Dolayısıyla, tıpkı organ naklinde olduğu gibi, annenin bağışıklık sisteminin bu yabancı dokuyu reddetmesi beklenebilir. Ancak, doğa burada mucizevi bir şekilde devreye girer ve bebek, annenin vücudu tarafından reddedilmez. Hatta tam tersine, anne kanından oksijen ve besin alarak büyümeye devam eder. Peki, bu nasıl mümkün olur? İşte bu sorunun cevabı, gebelik sürecindeki karmaşık biyolojik mekanizmalarda gizlidir.

Gebeliğin Yedinci Gününde

Gebeliğin Yedinci Gününde
Gebeliğin Yedinci Gününde

Embriyonun dış kısmında trofoblast adı verilen hücreler oluşmaya başlar. Bu hücrelerin görevi, anne rahmine yerleşmeyi sağlamak ve plasentayı oluşturmaktır. Plasenta, anne ile bebek arasındaki besin ve oksijen alışverişini sağlayan hayati bir organdır. Trofoblastlar, anne dokusuyla yaklaşık 10 metrekarelik bir temas alanı oluşturur. Bu kadar geniş bir temas alanına rağmen, annenin bağışıklık sistemi bebeği reddetmez. Bu durum, anne ile bebek arasında özel bir izolasyon sisteminin varlığını gösterir.

Trofoblastların yüzeyinde, sialomüsin adı verilen bir tabaka bulunur. Bu tabaka, negatif yüklü sialik asit bakımından zengindir ve trofoblastların da negatif yükle yüklenmesini sağlar. Bağışıklık sisteminin en önemli unsurlarından biri olan lenfositler de negatif yüklüdür. Bu benzer yükler, aralarında elektrokimyasal bir itme reaksiyonu oluşturur ve bu da trofoblastlar ile lenfositler arasındaki teması engeller. Sialomüsin tabakasının enzimlerle eritildiği durumlarda, trofoblastlara karşı hemen bir bağışıklık reaksiyonu başlar. Bu da sialomüsinin koruyucu etkisini kanıtlar. Ayrıca, trofoblastların yüzeyinde, bebeğe karşı toleransı artıran çeşitli moleküller de bulunur.

Koruyucu tabaka ve moleküllere ek olarak, gebelikle birlikte rahmin iç tabakası olan endometriumda desidual yapı adı verilen bir doku oluşur. Bu yapının, bağışıklık sistemini baskıladığına dair kanıtlar vardır. Bilim insanları, gebe farelerden alınan desidual hücrelerini laboratuvar ortamında çoğaltmış ve bu hücrelerden elde edilen sıvıyı lenfositlerin bulunduğu ortama eklemiştir. Sonuç olarak, lenfositlerin çoğalması ve fonksiyonlarında belirgin bir azalma gözlemlenmiştir. Bu bulgular, desidual yapının bebeğin reddedilmesini engelleyen bir mekanizma olduğunu düşündürmektedir.

Gebelik süresince, annenin bağışıklık sistemi büyük ölçüde baskılanır

Gebelik süresince, annenin bağışıklık sistemi büyük ölçüde baskılanır
Gebelik süresince, annenin bağışıklık sistemi büyük ölçüde baskılanır

Bu baskılama, özellikle hücresel bağışıklık sisteminde belirgindir. Gebelerin viral enfeksiyonlara karşı daha duyarlı olması, hücresel bağışıklığın baskılandığını gösterir. T lenfositleri, bağışıklık yanıtının başlatıcılarıdır ve gebelik sırasında bu hücrelerin sayısı ve fonksiyonlarında azalma görülür. Ayrıca, T lenfositlerinin alt grupları arasında da değişiklikler olur. Özellikle T süpresör (baskılayıcı) lenfositlerin sayısı artarken, yardımcı T hücrelerinin sayısı azalır. T süpresör lenfositler, yabancı dokuları tanıyan ve yok eden öldürücü hücreleri engelleyerek bebeğin korunmasını sağlar.

Lenfositlerin sayısındaki bu azalma, kanda kortizol seviyesinin artmasıyla ilişkilendirilmiştir. Kortizol, böbreküstü bezlerinden salgılanan bir hormondur ve gebelik sırasında annenin şeker seviyesini yükselterek bebeğin beslenmesini sağlar. Aynı zamanda, bağışıklık sistemini baskılayıcı bir etki gösterir. Doku ve Organ Naklinde Geçmişten Günümüze Gelişmeler

Peki, neden T süpresör lenfositlerin sayısı artarken, yardımcı T lenfositlerin sayısı azalır? Bu sorunun cevabı henüz tam olarak bilinmemektedir. Ancak, gebelik sırasında normalin 50 katına çıkan progesteron hormonu ve plasentadan salgılanan HCG (Human Chorionic Gonadotropin) hormonunun bu durumdan sorumlu olabileceği düşünülmektedir. Özellikle HCG, lenfositlerin trofoblastlara saldırmasını engelleyebilir ve anne kanında da benzer bir etki gösterir.

Asırlardır milyarlarca kez gerçekleşen bu kusursuz doku nakli, doğanın ne kadar mükemmel bir denge içinde çalıştığını gösterir. Anne rahminde tecelli eden bu şefkat ve koruma, adeta sonsuz bir kudretin varlığına işaret eder. Tıpkı güneşin gündüzü aydınlatması gibi, bu mucizevi süreç de bizi, her şeyi yaratan ve koruyan bir kudrete götürür.

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir